SOĞANCININ BEYGIRI

Aheste beste giden bir at

Türk tarihinde insanlardan sonra önemli gelen ikinci şey attır. Mitolojimizin kurucusu Oğuz Han kırk günlükken anasının memesini itip kımıza yumulmuş, ve de ardından atına binip dünyayı fethetmeye çıkmış. Atla aramızın açılması Türk tarihinin ya batmaya ya da yatmaya başladığını gösteriyor. Kanlı ve şanlı mitolojimizin atları demirkırat, kurtları boz, atların üstündekiler de Karaoğlan’dır. Soğancı’nın beygiri ise o günlerin sona ermiş olduğunu bana anlatan zavallı bir hayvancık. Ne kır, ne boz, ne kara. Rengini atmış bir garip.

Hikayeyi ona getirmeden biraz atın yaşamımızdaki payını anlatayım. Eskiden dedelerimiz Orta Asya’da bir kocaman bir gölün kıyısında zıplaya oynaya yaşar, at üstünde cirit atarmış. Günün birinde tepedeki güneşin rahatsız etmesine bozulanlar onun gece gidip saklandığı yere varıp haddini bildirmek istemişler. Atların bir kısmını kesip eyerin altına yerleştirip yola koyulmuşlar. Pastırmanın icadı böyle olmuş. Gide gele taaa Kuzey Denizine varmışlar. Fakat oradaki adamlar bizimkilerden pek hoşlanmamışlar. Karşılarına zırhlı süvari orduları çıkarmışlar.

Adamlar 250 kilo civarında, tabii darasıyla. Ata vinçle biniyor. Atlar da ona uygun, bir ton falan. Elinde upuzun bir kargı, öbür elinde demir topuz, kale gibi yanyana durup bizimkileri bekliyorlar. Bakmışlar uzaktan baldırı çıplak adamlar ellerinde bi çakı bile olmadan hüryaaa geliyor. Onlar birden cephece harekete geçince gelenler pabuç pahalı geldi diye dönüp kaçıyorlar. Süvariler hemen takur tukur, gacur gıcır (zırh sesleri) hücuma geçiyor. Biraz sonra hepsi yerde. Kaçıyor diye sanılan baldırı çıplaklar at sırtında dört nala giderken geri dönüp kalın zırhları kâğıt gibi delen oklar atarmış.

İşte bir kısmımız böylece birçok Avrupa krallıklarını devirip gurbette kalmışlar. Macar, Finli falan olmuşlar. Türk milletinin asıl atası sayılanlar göçte biraz geçe kaldıklarından biraz aheste Anadolu’yu falan fethetmişler. Yeni kurdukları çeriler hep iki adım ileri, bir adım geri giderek daha da yavaş ilerlediklerinden, ulan demişler, biz atla da savaş ederdik. Nerde kaldı eski savaş yöntemlerimiz?  Böyle düşünerek kurdukları yeni yöntem (Deli Ocağı) öyle yaman olmuş ki, bütün Avrupa’da Ulan orduları kurulmuş. Ulan sözcüğü oğlandan gelir. Bizde onlara akıncı derlerdi. Akıncılar düşmanı korkutmak için sırtlarına kartal kanadı takarmış. (Nasıl olduğunu görmek isteyenler Polonyalı Ulan ordusu hakkında bir filmi görsün). Altlarında da tabii Soğancı’nın beygiri değil, küheylan var. En sonunda, bizimkiler Avrupalılara küsüp Anadolu’ya geri dönmüşler. Çocukları da ellerinden kılıç, kalkan, ok, yay gibi şeyleri bırakıp Nintendo, Xbox falan alarak koltuklara kurulmuşlar. Karpuz gibi yatıp eskisinin iki misli olmuşlar, boyları değilse de eni.

Ben çocukken bizim anlı, kanlı ve şanlı tarihimizdeki yoldaşlardan sadece araba atları kalmıştı. O yıllarda çoook zenginler şoförlü arabasıyla gezer, az zenginler taksi veya dolmuşa biner, daha az zenginler otobüs, tramvay falan kullanır. Sadece gönlü zengin olanlar tabanvayla gezer. Ama birazcık parası olan Şişliden Pangaltı’ya iki dolmuş değiştirir. Sultanahmet’ten Viyana’ya yürüyen yeni çerilerimiz sonra eskimiş olmaları dolayısıyla yok edildikten sonra, milletimiz couch potato olma hamlesine daha o yıllarda başlamıştı. Binek atı yoktu. Payton mayton şurada burada tek tük kalmış. Sadece yük taşıma işinde çift atlı yaylı arabalar çalışırdı. Eminönü sebze halinin önünde araba yüklenirken kafasına bağlanmış torbada sebzelerin çürüğünü yiyen atçıklar hala gözümün önündedir. Yüzlercesi orada iş beklerdi. Mahmut Paşa tarafında onları koyacak yer olmadığından kuytu yerlere çekilirler, üzerinde “Buraya işeyen eşektir” diye yazan duvarlardaki yazıları okuyamadıklarından eşekçe davranırlar. Şimdi Adalardaki gibi arkalarında da torba olmadığından peşlerinden gelen güvercinleri beslerler.

Bazen millet, öğle sıcağında mayışmış, Mahmut Paşa veya Mercan yokuşunu çıkarken peşlerinden çakır çakır kıvılcım çıkaran nalların paket taşlarına vurmasından oluşan müziği dinler. Sırtında kartal kanadı ile uçup giden akıncı yerine ceketi yarım asmış, ağzının kenarında cıgara, kafada kasket, pala bıyıklı bir adam görürsünüz. Elindeki kırbacı şaklatarak hayvanları yokuşa sürer. Bazı kimseler kaçışır, bazıları atlara acıyıp arabayı iter. Esas dert, yukarıda yük boşaltıldıktan sonra o arabanın Mahmut Paşa yokuşunu inmesi. Arabacı ağzının kenarına yeni bir cıgara koymuş, arabanın tepesine kurulmuş, dünya kim be yahu, diyor. Keyf o biçim, adam millete altın dişlerini sahneliyor.

Şehir içinde iş gören atlar sahipleri ne kadar fakir olsalar da fena görünmezdi. Bazıları çok bakımlı bile olurdu. Bunların tersi anlatacağım Soğancı’nın beygiri. Arabacının zavallı bir kimse olduğu ağzının kokusundan bellidir. Bugün özlediğimiz soğanları o yarım ekmekle ve bol tuzla yer. Yiyemediği günler de olur. Sabah karanlığı Beykoz’un ötesinden yola çıkmıştır. Arabasının üstüne yarım ton kuru soğan atmış, geri tarafta kendi eşyası, terazisi, dirhemleri, atın yemi. Yavaş yavaş Üsküdar’a doğru yürürler.

İnsanın doğa ile ahenk kurmasını o yolda görürsünüz. Yolun sağ tarafında şehrin en eski veya  güzel yalıları. Ama Soğancı onları göremez, çünkü bahçe duvarları önünde durana gökdelen gibi gelir. Fakat denizin kokusunu alırlar. Beygirin kalça kemikleri de göğe doğru çıkmış, karnı ve kulakları onların tersine aşağı bakıyor. Göz kapakları yarıya inmiş. Derisini satmak isteseler tarihi bir nesne sanacaklar. Orada bi tutam tüy, burada iki tutam. Soğancı duvarları görünce içinden “Yine de şahlanıyor aman/Kolbaşının yandım da kır atı/Görünüyor yandım aman/Bize serhad yolları.” diye geçirip kendini hayalde Estergom kalesi önünde görürken, atı da atalarının Altay dağlarında hoplaya zıplaya yemyeşil ovalarında nazik kısraklar peşinde koşması rüyasında. Ümit fakirin ekmeği, ye Memet, ye.

Atın ilk büyük derdi Paşabahçe’den güneye giderken büyük yokuşu çıkmaktır. Soğanlar daha satılmamış olduğundan araba daha ağır, bazı gün Soğancı insafsız davranırsa arabadan  inmeden yokuşu çıkmaya çalışır. Çubukluya varılmışsa iş kolaylamış demek. Hem deniz görülür, hem de yol düzdür. Gelecek yaman yokuşa (Kandilli) varana kadar soğanlar azalır. Sonra gene fazla yokuşsuz yol Beylerbeyine kadar devam eder. Orada büyük challenge! Sarayın ardındaki tünelden geçmek. Altay dağlarındaki ataları tünel bilmezmiş. Modern atı da tünele sokmak çok maharettir.

Hava güzelse Soğancı önce ya Havuzbaşı’nda ya da Mısırlıda denize girer. Atı oralarda harabelerde oluşmuş çayırları tıraşlar. Bu arada şanslı günüyse devlete kapılanmış kuzeniyle görüşür. O da çöpçünün atıdır. Arkasında iki metreküp kadar gri bir tahta sandık sadece iki tekerli bir arabayı çeken akrabanın hem karnı daha toktur hem de uzun yola gitme derdi yoktur. Çöpçü işine Havuzbaşı’nda başlamışsa Beylerbeyinde Çöp iskelesine kadar bir kilometreyi dört saatte alıp, topladıklarını oradan denize döker. Onlar da güzelim Saray rıhtımını geçip Kuzguncuk yalılarına şeref verir. Oradaki nöbetçi askerlerin çöpün asaletli kısmını fark edince selama durdukları yalandır. Kızkulesi’ni geçerken çöpler artık doğanın bir unsuru olmuştur.

Soğancı’nın atının seferberliği bütün soğanlar satıldığında biter. Beykoz Üsküdar arası 22 km falan çeker. Yani bir iki gün. Her ne kadar küheylana benzemiyorsa da Soğancı’nın beygiri çok sıhhatli bir yolda yürür, belediye yollara pek ihtimam etmediğinden her tarafta yetişen çeşitli otları tadar, o zamanlar suyu akan bir çok çeşmeden kaynak suyu içer. Sahibi hemen yıkılıp ölmesinden korktuğundan şehirdeki akrabaları gibi dayak yemez. Yani onun hayatı şairenedir.

O namussuz köprü yapılmasa bu masal devam edecekti.

Ahmet Çakir, 1963 A