YATIR VE SU HİKAYESI

Beylerbeyi iskelesinden Çamlıcaya doğru bakarsanız ilk göreceğiniz yol Orta yoldur, fakat o adı sadece yerliler bilir. Yolun ismi Arabacılar Sokağıdır. Sağ taraftan Küplüce Mahallesine ve mezarlığına çıkıldığından yola resmen Küplüce yolu denir, yerlilere göre Üst yoldur. Sol taraftan gidilirse Çamlıca Caddesine girilir ve hakikaten bugün Çamlıcaya kadar varır. Onun adı da Alt yol.  Çamlıcada simdi adı Mehmet Akif Ersoy Caddesi.  Eskiden o ve Üst yol yukarıda birleşir ve oradan biraz aşağıda Orta yol biter. Nedeni de Beylerbeyinin merkezinin Çamlıca tepesinin bir yamacındaki vadide kurulmuş olması. Fakat insan içinde oturunca yere vadi falan demiyor. Oranın vadi olduğunu nasıl anladığımı yazıyorum.

Orta Sokağın bitim yeri eskiden gece tekinsizdir diye herkesin gitmek istemediği bir merdivendi. Oradan Üst yola çıkılırdı. Oradaki bir çeşme harabesinin ardında gene bir harabe türbe vardı. Onun içinde de yatır yatarmış. Görenlerin dediğine göre yatır bizim Hamid-I Evvel camiinin imamına çok benzermiş, sakalı, sarığı, cübbesi ve tesbihi ile. Yatır öleli çok olmuş ama bazılarına görünürmüş. Belki imamı sevenler onu evliya etmeye çalışmış olabilirler.

Bizim aile Orta yolun hem deniz tarafındaki hem de Çamlıca tarafındaki sonunda otururdu. Evleri alan büyük dedem eski denizcilerin yaptığını düşünerek aşağıda ve yukarıda ev almış. Bugün bile bütün Ege adalarında ve İspanyaya kadar birçok adalarda görünen bir durum. Eskiden adalarda insanlar korsanlara karşı koruması kolay olsun diye tepelerde otururmuş, deniz kıyısında da ufak bir yer yaparmış. Yunanlılar yukarıya Xora veya Chora derler, aşağıya da Skala, yani iskele. İstanbul’da korsanlık tarihi çok eski ama Akdeniz kıyılarında Haçlılar devrinden kalma hatıralar padişahın Sen Jan şövalyelerini (Vaftizci Yahya tarikatı) Bodrumdan ve Rodostan atana kadar sürmüş. İstanbulda da çok eski zamanlardan kalma adetler vardır. Örneğin çok kimse tekneyle Karadenize çıkmaktan korkar. Giden gelmez derler. Korkuyu yenen Jasonun efsanesi binlerce yıl önce geçmiş olsa da korku dağları bekler.

Bizim Yukarı ve Aşağı evlerin bir özelliği o zamanlar her bahçede olan kuyuların sularının en kurak yazlarda bile bitmemesi. Ağustos ayında bile içine karpuz sarkıtacak suyumuz vardı. Yukarı evin bir kerameti de yatırın anneannemi sevmesiymiş. O günlerde akşam ezanı saatlerinde kadınlar tepsiyle yatıra yemek götürürdü. Yatır da onları gece çıkıp yerdi. Bazen bulaşığı bile hallederdi. Her ne kadar bunları kedilerin yaptığı iddia edilse bile ona inanana zındık gözüyle bakılırdı. Anneannem en güzel yemekleri yapıp temizliğe çok meraklı olduğundan yatır bizim kuyuya su aktarırmış. Yani rüşvet yermiş yatır.

Aşağı evin kuyusunda da su bitmezdi. Ne kerametse hep suyumuz vardı. Ben de çocukken o suları tulumba ile çekip bahçeyi göl eder, içinde dereler, limanlar kurup fıstık çamı kabuğundan yapma tekneler yürütürdüm. Canım sıkılıp tulumbayı bırakınca göller nehirler kurur, bahçede salma gezen tavuklarımız canlarını kurtarmak için toprağı terkeden solucanları lüp diye yerdi. Onların asıl yemlerini bahçedeki büyük bir ceviz ağacı verirdi. Cevizle beslenen tavuk müthiş tatlı olur.

Yıllar geçmiş, ceviz ağacı bir acayip olmuş. Meyvelerinin bir kısmı siyah oluyor ve ham ham yere düşüyor. Birkaç yıl nasılsa çoğunu tavuklar yiyor diye hayıflanmadık. Fakat günün birinde büyük dedemin 100 yaşına yaklaşan kızı bunu çaktı. Ceviz o ufakken dikilmişmiş. Oğlum, dedi, bu ağaca gözdağı vermek gerek. Nasıl olacak, hala? Hala anlattı. Kuşluk vakti eline baltayı alırsın, bir tekbir, arkasından iki kulhuvalla bir elham yollarsın. Baltayı ağaca yanaştırıp, seni keseriz, dersin. Korkar, cevizler bir daha bozulmaz.

Ben gülmeye başlarken baktım kardeşim uzaktan yap yap diye işaret veriyor. Hala, yahu, şimdi öğle namazı var, yarınki kuşluğu mu bekleyelim? Hadi, yap yap, dedi. Ben de elimde baltayla ağaca cevizleri bir daha bozarsa idama mahkum olduğunu bildirdim.

Ertesi yıl hala tam cevizlerin olacağı günlerde damladı geldi. Biz olayı unutmuşuz da o sonucu beklermiş. Büyük mucize, bizim cevizlerin hepsi sağlam. Hala zafer kazanmış Jül Sezar pozlarına geçti. Annem de, size galiba yatır yardım etti, dedi. Komşular neredeyse bahçeyi tavafa gelecek utanmasalar. Botanik tarihine yeni sayfa açıyoruz.

Sayfa bir yıl sonra kapandı. Eski hamam, eski cevizler. Bu kez ağaca ciddi gözle baktım. Zaten o ilk yatırın su verme hikayesini duyduğumdan beri sekiz yaş büyümüşüm. Gözlerim başka bakıyor. Bozuk cevizlerin hepsi deniz tarafına düşmüş, öbür taraf tertemiz. Meğer biz aradaki yıllarda bir motorlu pompa koymuşuz kuyuya tulumba çekmek iş diye. O pompa da kurak yazlarda kuyuyu birden boşaltırmış. Su basıncı azalınca deniz suyu karaya gelmeye başlıyor ve ceviz ağacının Boğaza doğru giden kökleri tuzlu su yiyor.

Bunu anlayınca Küplüceye çıkıp bizim aşağıda görünen yukarı kuyumuza baktım. Meğer o da etrafındakilerden aşağıda kazılmış. Sular suyu çekince geride kalanlar sadece bizim kuyuda toplanırmış. Yatır matır masal. Su terazisi . Bizim o üç yollar bir vadinin ortası, sağı ve solu imiş.

Buluşumu kimse dinlemek istemedi. İnsanlara masal, mucize veya efsane dinlemek coğrafya anlamaktan daha kolay geliyor. Fakat sonraları anlamaya başladılar. Çünkü İstanbulda her gün suların kesildiği yıllarda bizim aşağı evde su çok az kesilirdi. Yapan da yatır değil, su borularının bizim evin önünden tepeye çıkmasıydı. Sular idaresi vanaları kapatınca borularda kalan suların en sonu bizim aşağı eve inerdi.

Yüzyıllar öncesinden kala gele günümüze geçen denizci adeti bize sonra yıllar boyu yardımcı oldu. Ama bunu masal olarak anlatsak pek dinleyen olmayacak. Gece çeşmeye konan yemekleri yiyen yatırın kim olduğunu düşünmek daha eğlenceli.

Yıllar geçti. Ceviz ağacı kesildi, tavuklar da cennetlik edildi. Son saatlerini geçirdikleri yerin ısısına bakılırsa cehennem demek daha doğru olacak. Bahçemiz gül bahçesi oldu. Yatırın üstüne de bir apartman yapıldı. Şimdi Küplüceye gece çıkıp o vadiye bakmak isterseniz önde rengarenk bir köprü görürsünüz. Boğazın eskiden geceleri simsiyah görünen suları modern lambaların ışığında panayır yeri gibi. Arkasında kazıklı köyün binaları renk renk göğü deliyor. Yatırlı, tılsımlı günler unutuluyor. İstanbulu artık dinlemiyorum.

Ahmet Çakir, 1963 A