DÜNYA BATIYOR

Dünya batıyor – haftaya Salı günü öğleden sonra

Dünya dünya olalı çok zaman batacak diye kehanet çıkmış. Örneğin 1911 yılında Halley kuyruklu yıldızının kuyruğu hepimizi zehirli gazla öldürecek denilmiş. İnsanlar deli deli hareketlerde bulunmuşlar. Ben onu 1986 yılında gördüm. Her 75 yılda bir gelirmiş. Çoğu kimse durup bakmıyordu bile. Herhalde dünyaca yaşanan son batma olayı fazla başarılı olmadığından korku azalmış.

Dünya ben kısa pantolonla gezdiğim yıllarda tekrar batacaktı. Ben altı yaşımda olduğumdan dünyanın batmasının ne olduğunu bilmem, herkese sorardım. Birçok yerlerde insanları korkutup bazılarının malı mülkünü satıp yemelerine yol açan felaket bizim köyde pek rağbet görmüyordu. Her yerde tufan çıkacak diye konuşulursa da ardından bir kahve içiliyordu. Tufan ne ola acaba?

Benim için dünya o yıllarda Çamlıcanın iki yamacı arasında kalan bir vadi ile uzaktan görünen Boğaziçi idi. Solda Ortaköy, sağda da Arnavutköy, onların önünde Hamid-I Evvel Camii . Evimizin üst katından bakılınca birçok küçük evler aşağıya denize doğru dizili görünürdü. Karşımızdaki yamacın üstü şimdi Sabancıya ait bir kırdı. Alt tarafında da köşk denilen birkaç büyük ev vardı. Bu dünya nasıl batar? O zaman daha hayatta olan 97 yaşındaki ninem omzunu silkerdi bu soruya. Zaten kadın söylediklerine göre 1870 yıllarında sağır olmuş, o zamandan beri istediğini duyarmış. Anneannem epeyce hastaydı. O da, benim dünyam battı bile, derdi. Beni tek ciddiye alan ortanca teyzemdi. O çok dindar olduğundan Kuranı okumuş (o yıllarda Türkçe Kuranlar vardı). Dediğine bakılırsa önce deccal çıkacakmış. Dünyanın batmakta olduğunu elindeki zille milleti uyararak ilan edecekmiş. Ondan sonra büyük bulutlar semayı kaplayıp yağmur yağmaya başlayacakmış. E, sonra?

Ben soruyorum, yağmur yağınca bizim sokakta sel akacak mı? Akarsa kağıt kayık yüzdürebilir miyim? Oğlum, dedi teyzem, bu oyun değil. Seller dünyayı kaplıyacak, sonra Nuhun gemisi çıkıp dini bütünleri toplayacak, gerisi de buralarda kalacak. Kim bu Nuh, teyze? Bizim tenekeci dükkanının çırağı Nuh değilmiş. Peygambermiş, o Nuh. E, teyze, peygamber ne?

Teyzem derin bir nefes çekip peygamberin ne olduğunu anlattı. Fakat Nuhun gemisinin yelkenli mi yoksa buharlı mı olduğunu bilemedi. Belki küreklidir. O zaman Beylerbeyi havuzunda duran teknelerin çoğu kürekliydi. Nuhunki de öyle olabilir. Biz yağmur çıkınca burada mı kalacağız yoksa tepeye mi kaçacağız? Teyzem fesuphanallah diye fısıldayıp, hadi git yat , dedi. Salı günü tufan gelecek. Hazır ol.

Sokağa çıkıp kapının önünde pirincin taşını ayıklayan ninelere vardım. O yıllarda pirinç alırken birçok beyaz taş sahibi de olurdunuz. Pilav yapılmadan önce onların ayıklanması gerekti. Evlerin içinde çok ışık olmadığından sokağa çıkıp kapının önüne oturulurdu. Fakat genç ve orta yaşlı kadınlar sokağı sadece cumba arkasından görürlerdi. Pirinç ayıklama işi evin en yaşlı kadınına kalır, o da bir tepsiye pirinci döker, bir ötesine kümeler. Taneleri küçük tırpan şeklinde tuttuğu elleriyle kendi tarafına çeker. Ben yaklaşınca işten başlarını kaldırıp, bugün ne yumurcaklık var bakalım, dediler. Yahu yumurcaklık falan yok, dünya batıyor. Hiç böyle iş başınızdan geçti mi, teyze? Kadın başını sallar. Bazısı tövbe, tövbe der. Böyle şey söylenmez oğlum, çarpılırsın.

Kimseden ne tufan ne de Nuhun gemisi hakkında doğru bir laf alamadım. Halbuki o yıllarda Amerika’ dan hep uzmanlar gelip Ağrı Dağında Nuhun gemisini bulurlardı. Doğrusu, tam buluyoruz, geri dönüp yeni aygıtlar getireceğiz, gemiyi kaldırmak için, deyip kaybolurlardı. Akşam Radyo Gazetesi adlı programda Nuhun gemisinin nasıl bulunduğunu bile dinlediğimiz olurdu.

O Salı tufanın geleceğinin saptandığı gündü. Ben sabahları uzun uyumayı sevdiğim halde o gün sabah güneşle beraber uyandım. Kargalar daha kahvaltı işinde, serçeler, karatavuklar dünyanın batacağından bihaber ötüyorlar. Güneş Çamlıcanın ardından çıkıp gölgeleri yok etti. Bir tane bulut yok havada. Namaza durmuş teyzemin yanına vardım. Bu durumda önüne geçilmez, sağına veya soluna durulur. Canı isterse selam verip, çişin mi geldi falan der. Yok, bu dava hergünkü işlerden değil. Tufanı bekliyorum. Fakat bir damla yağmur inecek hava değil. Teyzem kafasını sallayarak beklememi işaret etti. Sokağa çıkıp baktım. Millet ilk vapura yollanıyor. Telaş melaş yok. Sorsam ne derler acaba. Akşama Nuhun gemisiyle geri gelsinler de görsünler başlarına geleni.

Sıkıntıdan oturup birkaç kağıt gemi yaptım. Sonra çam ağacı kabuğundan bir yelkenli düzenleyip yağmur duasına çıktım. Beş on dakikada bir eve girip, tufan nerede teyze, diye kadının kafasını sıktım. Kadın da akşama kadar daha vakit var, dedi. Öğle oldu, güneş o biçim yakıyor. Uzaklardan bulut geliyor diye gördüğüm şeyler hep vapur dumanları çıkıyor. Teyzem hep sabırla, önce deccal gelecek, sonra tufan, diye beni savsaklıyor.

Akşama doğru teyzem de telaşlanmaya başladı. Ya birden yağmur çıkıp sel olursa? Bahçeye inip tavukları erkenden kümese kapattık. Sokak kedilerini korkutup ağaçlara çıkarttık. Sel mel artık bize fazla zarar veremez. Güneş İstanbulun üstünde batıyor. Hala daha deccal yok.

Hava kararmaya başladığında uzaktan bir ses geldi. ‘Dondurmam kaymaaaktiiir’ Bu sesi çok iyi tanırdım. Bizim Arnavut seyyar dondurmacı. Sırtında bir boyunduruk taşır. Bir tarafında dondurma kabı, öbür tarafında camekan. Külahların olduğu tarafta mumları ve bir idare lambası vardı. Yaz akşamlarımızın rüyası onun seyyar camekanı ve Ramazan günlerinde yanan kandillerdi. Arnavutun sesini duyunca deccalı falan unutup hazine daireme gittim. Orası delikli bir ve iki buçuk kuruşlarımı dizdiğim ipi sakladığım yerdi. Paraları adamın gözünün önünde sayıp dondurmamı aldım. Kapımızın önüne kurulup yalamaya başladım.

Dünyanın batışı ertelendi.

Ahmet Çakir, 1963 A