Yıl 1959. Okulumuza yavuz bir Alman öğretmen gelmiş. Bir merakı da kuşlarmış. Birisi ona benim Boğazın arkasındaki tepeleri iyi bildiğimi çıtlatmış. Ve oralarda da Almanyada nesli tükenmiş ibibik kuşlarının yaşadığını. Bizim öğretmen, Bay Hochhut, beni oraya götüreceksin dedi. Yoksa senin okul bitirmende pürüzlük çıkarırım. Tabii şakadan.
Bir bahar günü sabahtan yola çıktık. Kuşu bulacağıma en emin olduğum yerleri gezmek için uzak biryerlerden Kandilliye varalım diye planladım. Yirmi kilometre falan yürümek gerek. O yıllarda saatte yedi kilometre yürüdüğümden üç saatte gidilir. Yolda eğlene eğlene gidersek beş. Bunun için Kayışdağı ile Yakacık arasında bir tepelere çıkan otobüsün en son durağına vardık. (Bugünkü arkadaşlar akşam oradan Kandilliye bizim kadar çabuk giderlerse çok mutlu olurlar.) Tam yerini bilmiyorum ama bisikletle onsekiz yirmi kilometre arasında olduğunu biliyorum. Yolumuzun üstünde hiçbir insan barınağı olmaması gerekliydi. Çünkü bizim insanlar da ibibikleri tutup kafese koyarlardı.
Yerleri görünce bizim öğretmenin biraz nefesi kesildi. Yahu, bura nere, dağ başı. İstanbul büyük şehir değil mi? Ben bu akşam Alman kulubünde misafir bir kabare grubu var, onları göreceğim. Buradan nasıl varacağız Boğaziçine?
Elimde harita yok, pusla yok. Adam korktu. Onu biraz yatıştırdım, ben buraları bisikletle gezerim, yolları falan bilirim, dedim. Adam biraz sırıttı, unutmadın ya dedi, okulu bitiremezsin, geçe kalırsam. Unutmadım.
Yola vardık. Masallardaki gibi az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. Arkamıza dönünce … Yok bir arpa boyu değil, beş altı kilometre gittik. Yol dediğim iki keçinin yan yana geçemeyeceği bir patika. Bazen genişliyor, herhalde eşeklerin gezdiği yerler, sonra gene daralıyor. Pek kimse bilmez, İstanbul yarımadası bitkiler bakımından tüm Avrupadan zengindir. Çünkü orası iki iklim bölgesinin birbirine geçtiği yerdir. Kuş muş desen aynı şey. Ben uzun zaman flamingo görmek için Afrikaya gitmeyi planlamıştım. Onlar ise İstanbul yarımadasından yüz kilometre uzakta bir gölde yuva yaparmış. İstanbulda hayvanat bahçesi kurulmak planlandığında Floridaya bir heyet yollanmış, pelikan almak için. Heyetin başkanı kuşları görünce, bunlar kaşıkçı kuşu be demiş. Doğa zenginliğini görmek bugün daha zor, ama yine de mümkün.
Bir saati geçince Bay Hochhut sabırsızlanıyor oldu. Burada yol gösteren kimse yok mu? Sen nereden biliyorsun doğru yola gittiğimizi? Adama saatimi gösterdim. Yolu bununla görürüm, dedim. Yine inanmadı. Kol saatinde harita mı var? Adam hep bulutlu olan bir ülkeden geldiği için güneşle yol bulmayı bilmezmiş. Bir saat daha sonra yolun kenarında otlayan koyunlarla çobanlarının yanına varınca adam rahatladı. Sor bakalım, ne kadar yolumuz kalmış. Çoban kafasını sağa çevirdi, nah bu kadar yol var, bi saat, dedi.
Az gittik, uz gittik, masallardaki gibi yeni yeni bir çoban çıktı karşımıza. Kulubesi de yakınlardaymış. Abiler, dedi, bi saat daa yürüücen. Öğretmenin gözleri dönüyor. Yahu, bu ülkede bir saatten başka mesafe ölçüsü yok mu? Uluyan köpeğe de, hayvan bize gülüyor galiba, diye yorum yaptı.
İki üç defa daha bi saat lafını işittikten sonra Boğazın kokusunu aldım, uzakta da Kandilli Kız Lisesini görünüyor. Öğretmen, bak bana, senin liseyi bitirmeni yakarım, git sor bu adamlara, daha ne kadar yol var. Kandilli Lisesine varmaya bir kilometreden az kaldığında gene bir adama rastladık. Öğretmen, git sor, dedi. Ben de sordum.
Adam Beykoza doğru baktı. Bi saat gitcen, abiler dedi.
Ahmet Çakir, 1963 A