Köyümüze apartman geliyor
İstanbul’a apartman gelmesi birden olmadı. Beyoğlu’nda her taraf apartman dolu iken Beylerbeyinde tümü dört taneydi. Beyoğlu’ndakiler arasında çok da güzel görünenler olduğundan apartmanı Lazların bizden intikam almak için icat etmiş oldukları hikayesi de yoktu. Rivayete göre Lazlar ülkelerinin Osmanlı hakimiyetine girmesine mani olamadıklarından sinsice bir intikam yolu aramışlar. Ve de apartmanı icat edivermişler. O gün bu gün eskiden büyük bozkırlarda cirit atan ataların torunları kendilerine binanın sakinleri denildiği halde psikopatlar gibi yaşamaya devam ederler. Apartman, tonlarca yaşamın üst üste sıkıştırılmış hali olup sakinleri sükûneti tahtalı köyde bulabilir artık.
Köyümüzde kocaman bir saray, köşk gibi evler, cumbalı ufak evler, ayakkabı kutusu büyüklükte evcikler falan vardı. Arkamızdaki tepelerde kulübelerde oturanlardan birinin, sütüne su kattı, denince ineğiyle iskeleye inip sütü alanın gözü önünde sağmış olduğu bir yer. Çocuklar sokakta elinde çomak çember arkasında koşarken, anneleri kafes arkasından kumanda verir. Evin önüne sandalye atıp oturmak sadece çok yaşlı kadınların hakkı. Onların önlerine kediler yatıp gerinirler. Sokak köpekleri uzaktan yalanıp bakarlar, çünkü onlar pis sayıldıklarından kimse okşamaz. Sadece kasabın dükkanı önünde yatıp sadaka beklerler. Çomarın hülyası gökten kemik yağması. Bazen de gerçekleştiği de olur.
Yoğurtçumuz, tel dolapla dolaşan ciğercimiz, eşekli sucumuz gibi esnaf sadece yaşlıca kadınları görür. Erkekler zaten ya işte ya da kahvede. Onların balıkçı olanları mevsiminde havuzun kenarında sandalyeye dizilip balık var mı diye Boğaz’a doğru baktıkları zaman görülebilirler. Sadece balıkçı Mansur’u her gün görürsünüz. Çünkü o gündüzleri ya ağ tamir eder ya da ıstakoz sepeti. Bir de akşam üstü sokakta tavuk kesenler görülür. Geri kalanlar perdeler arkasında, var mı yok mu belli olmayan kimseler.
İşte böyle köyün içine günün birinde yeni bir apartman yapıldı. İlk kat balkonu Üsküdar yoluna nazır. Yani sokaktan geçenden, sigarama ateş ver, desen alabileceğin yer. Başkası o daireye girse, hemen üç kat perde koyar. Fakat oraya taşınan aile içine kapanmadıklarının üstüne balkonlarını başka komşular gibi sebze, maydanoz yetiştirmek, tavuk beslemek için kullanmak yerine akşamüstü orada oturuyorlar. Oturmak ne demek … Beylerbeyinde kimsenin yapmadığı şeyleri yapıyorlar. Akşamüstü mezeler falan donanıyor. Aman yapmayın komşular, bu köyde kimse rakı içmez. Millet çocuğunu Tekel bayisine yollar, o da Yeni Rakıyı sirke şişesini sardığı gibi sarar. Çocuklar da kimseye görünmeyecek halde süzülüp şişeyi eve teslim eder. Bu komşular başka türlü kimseler ola…
Bu aileye garip dememin nedeni de o yıllarda garip şiirlere merak sarmış olmamdan. Cep delik,/cepken delik,/ Kol delik, mintan delik, /Yen delik, kaftan delik, /Kevgir misin be kardeşlik! Okulda öğrendiğimiz Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün diye giden şiirlere itiraz eden üç arkadaş (Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat) Garip adlı bir kitapta şiirlerini toplamışlar, dergi çıkarmışlar ve sonra Garipçiler olmuşlar. Yeni komşumuz olan aile de onlar gibi bizim yaşamımıza karşı çıkmışlar. Onun için de onlara da garip dendi.
Ailenin benim yaşlarımda oğlu ile Mısırlı denen yerde yüzerdik. Adı Samih’di. İlkokula beraber gitmiştik. Çok tatlı bir çocuk olduğundan hemen dost olmuştuk. Zaten ikimizin de hayalinde aynı şey vardı: Joaquín Rodrigo’nun Concierto Andaluz adlı parçasını Andrés Segovia gibi çalmak. (Yapamadık diye ayıplayanlara: Concierto de Aranjuez solo gitara daha uygundur. Onun için yapamamışım herhalde. :-). İkimizi bağlayan daha başka bir kişi de Nazım adlı bir adam. O aileden de bizim aileden de birçok kimse nedense o adamdan tanıdık gibi konuşurdu.
Yıllar geçtikten sonra ne hikmetmiş anladım. O garip aile dediğimiz kişilerin babası Oktay Rıfat’ın kendisiymiş. Kapılarında sadece Horozcu yazdığı için kimse onun o adam olduğunu düşünmemiş. Samih ismi de oğluna onun babasından kalmış, Türk Dil Kurumu'nun ilk genel yazmanı Samih Rıfat komşunun babasıymış. Nazım da Nazım Hikmet’miş, onun kuzeni.
Hadi bunları anladık da bizim şair veya şiirden anlamayan köydeki akrabalarımız Nazım Hikmet’e neden Nazım derler? Sonradan Internet öğretti: Nazımın dedesi Müşir Mehmet Ali Paşa Almanmış. Müslüman olup 1877 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Tuna Ordularının Başkomutanlığını yapmış. Öbür dedesi Polonyalı olup Osmanlı paşası olmuş. Bundan dolayı Nazım Polonezköy'de oturmuş. Oradan bir taş atımı yer de Cumhuriyet köyü, büyük dayımın 30 yıldan fazla muhtarı olduğu köy. Bizim dayı Bektaşi, Oktay Rıfat Bektaşi, Samih de Bektaşi. Yani ayıp olmasa akraba çıkacağız.
Garip bir hikaye. En garip tarafı da tümünü anlamamın 50 yıldan uzun sürmesi. Bu daha garip.
Not: Samih'i arayanlar burada bulur: http://www.biyografya.com/biyografi/13321. http://www.kameraarkasi.org/yonetmenler/samihrifat.html.
Bulamayacağınız onun Rodrigo'nun konçertolarını çaldığı konserleridir. Sadece onun klasik gitar yarışmalarında jüri üyesi olduğu görünür. O, bir yılda gitar öğrenip konser vermeyi başardı, benim gitara bazen üzülmesin diye acıyıp çalacak adam tutarım.
Ahmet Çakır, 1963 12 A