DÜNYANIN EN ZENGİN ADAMIYLA ÇAY SEFASI

Kimdir acaba bu?

Beylerbeyi iskelesinde biri genççe, biri de yaşlıca iki köylü sohbet ediyor…

GENÇÇE: Hocam, sizin dünyanın en zengin adamıyla çardak altına masa atıp çay içtiğinizi söylüyorlar. Doğru mudur?
YAŞLICA: Neden doğru olmasın?

GENÇÇE: Hocam, o koskoca Jeff Bezos Amerika’dan kalkıp buraya çaya mı gelecek?
YAŞLICA: Jeff Bezos olduğunu kim söyledi? (Garsona: Erol, bize iki çay daa ko!)

GENÇÇE: Ben onun gibi zengin kimseyi duymadım. Geçende Hollywood’un en pahalı kaşanesini almış. Bütün gazeteler yaza yaza bitiremedi. Televizyonda yarım saat anlattılar. Evine 165 milyon dolar veren adam zengin olmasın da kim olsun?
YAŞLICA: Bir İnternete bakıver. Bizim köyde Jeff Bezos doğmadan büyük bir evde oturan bir fukara Hami Bey vardı.

GENÇÇE: Hocam, Hami Bey kim ola?
YAŞLICA: Onun yalısı 160 milyon dolara çıkmış …

GENÇÇE: Jeff Bezos’unki 165 milyon! (birden şaşırdı)
YAŞLICA: Ama benim dediğim ev yalının selamlığı. Bi o kadar da haremi var yanında. İçinde eskiden olan antikaları da eklersen Jeff Bezos’unki yanında fakirce kalır.

GENÇÇE: Vay anam! Nerede bu?
YAŞLICA: Burdan Çengele doğru 300 metre bile değil. Asıl adı Hasip Paşa Yalısı.

GENÇÇE: Bildim. Yanında da Kuleli Yalı var.
YAŞLICA: İşte o da haremi. Şimdi Kalkavanlar yalısı derler. İçinde oturan fukaranın adı öyle. Ben küçükken bahçesinde Sir Peter Ustinov, Sean Connery, Maximilian Schell gibi başka fukaralar otururdu. Yanlarında bazen İran şahının eski kraliçesi Süreyya falan da olurdu.

GENÇÇE: Yapma, hocam. Onlar naapardı burda?
YAŞLICA: Sinema tarihinin sayılı eserlerinden Topkapı filmi çevrilmişti orada. Ondan önce de ikinci James Bond filmi From Russia with Love yapıldı.

GENÇÇE: (sırıtırak) Yani siz Hami Bey ile mi çay içtiniz?
YAŞLICA: Evladım, dünyanın en zengini dedim. 160 milyonluk yalıda yalnız başına oturan adam mutlaka dünyanın en zengini mi olacak? Beylerbeyinde ondan daha da zengini vardı.

GENÇÇE: Yapma, olmaz hocam. Kim ola bu?
YAŞLICA: Valla onu çok gören olmazmış. Adam parasını dünyanın dördüncü büyük donanmasına yatırdığından kulübesine soba kuracak parası kalmamış. Onun için Beylerbeyine yazın gelirmiş. Bazen de Göksu’ya sefaya giderken burada mola verip bi kaave içermiş. Küçüksu’ya da yazlık bir kulübe yaptırmış.

GENÇÇE: Donanma deyince anladım. Onassis olacak. Onun öyle gemileri vardı. Ama o İzmirliymiş, Beylerbeyinde ne işi vardı?
YAŞLICA: Benim dediğim adamın emlakı Saraybosna’dan başlar, Nahcivan’da bitermiş. Bir ucu annesinin yurdu Eflak’da, öbürü Fizan’da. Taa Yemene kadar da varırmış arazisi.

GENÇÇE: Nerde bu hazretin kulübesi?
YAŞLICA: Üsküdar’a doğru üç yüz metre git. Kıyıda. Önünde nöbet duran askerlerden anlarsın.

GENÇÇE: Çaktım, Sarayı kast ediyorsunuz. Orada kimsenin oturduğunu duymamıştım.
YAŞLICA: Yaptıran Abdülaziz’di. Paraları kediye yüklediğinden Sarayın sobası yoktu. Yazlıktı. Ama sonradan yeğenini tahttan indirip buraya koydular. O da Abdülhamit idi. İkincisi. Birincisi bu yanımızdaki camiyi yaptırmış. Büyük ninem onları görmüş.

GENÇÇE: Yani, hocam, siz Abdülhamit ile mi çay içtiniz?
YAŞLICA: (biraz kızgın) Benim anlattığım yıllarda Sarayda bazen İnönü, sonra Celal Bayar, Adnan Menderes falan otururdu. Daha eskiden Atatürk de gelirmiş.

GENÇÇE: (biraz sırıtarak) Yapma be Hocam, yoksa siz yani Celal Bayar’la falan mı çay sefası yaptınız?
YAŞLICA: Çok zengin adamdı demiştim. Celal Bayar gibi kimseler fakir değildi ama şimdiki gibi paraları kamyonla taşıtmazlardı. Hatta cumhurbaşkanı olduğunda millet fakir diye makam arabalarını bile sattırmıştı.

GENÇÇE: O zaman olsa olsa Sakıp Sabancı olur. Onun parası denizdeki kumdan fazlaymış. Yalısı da biraz ötede.
YAŞLICA: Yok. Benim dediğim yıllarda paraların başında babası Hacı Ömer vardı. Her nekadar Akbank’ı falan kuracak parası varsa da pek kimseye göstermezdi.

GENÇÇE: Biraz aşağıdan alsak nasıl olur, Hocam? Belki Mehmet Akif olabilir. O İstiklal Marşını yazıp ödülünü bile almamış.
YAŞLICA: Doğru. Komşuydu ama dedemin komşusu. Bize onun caddesi kaldı. Dediğim adam ondan çok zengin.

GENÇÇE: Valla, Hocam. Benim aklıma başkası gelmiyor. Bi de burada bir zaman oturan Faruk Süren vardı. Onun da parasının hesabını yazmak için Türkiye’de olan sıfırlar yetmezdi, Amerika’dan ithal edilirdi. O olmasın?
YAŞLICA: Iııh! Dediğim yıllarda o adam bizim sınıftaydı. Paralar da babasının elindeydi. Bir kısmını oğluna diploma aldırabilmek için Almanlara yatırmış (gülüyor). Gerisini de oğlu kediye yükletti. 1970-1980 yılları arasında Türkiye’nin en zengin üç kişisi arasında yer alırdı. Fakat onların evinde çay içilmezdi.

GENÇÇE: Nasıl oluyor, Hocam? Türkiye’de her evde çay içerler. Bunların çaya verecek parası mı yoktu?
YAŞLICA: Yok canım. Onların anneleri Fransız olduğundan çayı fincanla içerlerdi.

GENÇÇE: Siz de için. Ne dert var?
YAŞLICA: Tiryaki çayı fincandan içmeye mecbur kalırsa tadı odun suyu gibi olur. İnce belli minik bardaktan içilir çay. (Oğlum, Erol, bize iki çay daha getiriver.)

GENÇÇE: Biz de çok öyle bardaktan içeriz de, anlamını hiç düşünmemiştim.
YAŞLICA: Anlamını söylemezler her yerde. Açık söylersem bizim hatun elinde oklavayla gelir.

GENÇÇE: Allah, Allah! Nedir bunun hikmeti?
YAŞLICA: O incecik beli bardak güzel bir kızın orta tarafını gösterir.

GENÇÇE: Eh, şimdi çok evlerde bardaklar kocaman. Millet onu unuttu mu?
YAŞLICA: (sırıtıyor) Unutmadı. Bardak yaratanlar ilham alacak model bulamıyorlar eskisi gibi.

GENÇÇE: Pes ettim valla. Aklıma başka bol paralı kimse gelmiyor. Acaba parası olup da kimseye göstermeyenlerden biri mi? Onlara kirli çıkı derler. Adam paspal giysiler içinde dolaşır, kasaptan yüz gram kıyma alır, iki gün yer. Ölünce bir bakarsın, milyonları istiflemiş.
YAŞLICA: O cinsten kim aklına gelir?

GENÇÇE: Bi Orhan vardı. Burun boku derlerdi. Aynı adlı köfteleri yapıp caminin karşısında satardı. Kasap Faik’ten ucuz ucuz kıymaları alıp içine bol ekmek basar, soğanı da hesapsız koyar, eski beş liralıklar gibi yapar, bize satardı. Her gün millet önünde kuyruk dururdu. O öyle zengin olmuş olabilir.
YAŞLICA: Evladım, köfte satarak zengin olmak kolay iş mi? O Orhan kimseye çaktırmadan caminin tuvaletinin temizliğine de bakardı. Gene de rahmetli olunca anneciği Pakizaanım cenazesini kaldırdı. Terekesiyle alacağın köftelerle iki ekmek doldurulurdu.

GENÇÇE: Belki kardeşi Topuz olabilir. O eskiden akşamları bikaç araba tutup milleti meyhaneye, şeyhaneye falan götürürmüş. Her gece gırla gidermiş.
YAŞLICA: Giderdi, giderdi. Pakizaaanım ölünce eski kiliseye sırt vermiş evciğini Topuz sattı. Eline o biçim para geçince, yahu para bana yakışmaz, ben deli olurum dedi. Hakikaten her akşam bi sürü adamı toplayıp içirirdi. Paralar üç ay sonra suyunu çekince, Topuz, oh be, dedi. Fakat eskiden geceleri gidip yattığı anasının evi yok olduğundan, sandalda kalırdı. Sen paran varsa çok çok üç beş yıldızlı otele girersin. Topuzunki 1001 yıldızlı.

GENÇÇE: İskender olmasın? O adam hep para toplardı. Fakat bir kuruş harcamazdı.
YAŞLICA: İskender’i hatırlattın iyi oldu. O sabah saat 6:30 da ilk vapur kalmadan gelir, iskeleye dikilir. Üstündeki yıllarca çıkarmadığı pılı pırtının kokusundan yanına yaklaşmak zor olduğundan ona para vermek isteyenler burnunu tutardı. Bazıları da iyi kokabilsin diye eski elbiselerini verirdi. Fakat İskender eskileri çıkarmaz, yenilerini üstüne giyerdi. Milletin verdiği parayı harcamasına imkan yoktu. Çünkü dükkancılar, balıkçılar falan ellerinden geleni verirdi. O da malzemeyi toplar, Burhaniye tarafına yönelir. O incecik bacakları üstündeki giysileri, sen de otuz kilo, ben diyeyim kırk, oraya kadar nasıl taşırdı hayret. Ayazma denen suyun yanında eski bir çınarın kovuğunda yaşardı. Ona birisinin balık verdiği günlerde ateş yakar, balıkları ızgaraya verir. Yanına yan gelir, yatar. İskender’in konuştuğunu gören kimse olmamıştır. Ne versen başını biraz eğer, o teşekkür anlamına gelirdi.

GENÇÇE: OK, o aldığı paralar onu zengin etmiştir?
YAŞLICA: İskender para mara peşinde değildi. Ona para vermek bile güçtü.

GENÇÇE: Bu da olmadı. Bi de balıkçı Hayati vardı. Onun bir gecede üç orkinos tuttuğunu anlatırlar. Geçende okudum, onun bir tanesine Japonya’da 3 milyon dolar vermişler.
YAŞLICA: Beylerbeyi nire, Caponya nire? Ama gene de az para değildi. Bir büyükçe orkinos tutan balıkçı (ve de arkadaşları) üç aya kadar ruh olurdu. Rakı, şarap, sarı kız. Parayı görünce gözü dönerdi adamların. Ayılınca yine bir köşede yatmaya devam. Ama o iyi yeri bulmuş, bu yanda Bosphorus Palace Hotel var ya, orası eskiden yalıydı, Debreli İsmail Paşa Yalısı. Bahçesinde duvar altında yatardı. Bazen sahibine balık falan verip iş yapardı.

GENÇÇE: Pes ettim, Hocam. Bu köy ne yermiş. Sakıp Sabancı’dan, 160 milyon dolarlık yalıda tek başına oturan adamdan paralı kim olabilir?
YAŞLICA: Ben sana paralı mı dedim? Zengin başka, paralı başka. (Erol, oğlum, iki çay ver buraya) Dediğim adamın sesi akşam millet vapurdan inip şimdiki Polis Evinin oraya yöneldiğinde duyulur. Beyciğim, gel sana sarı kanaryalarımdan ( çavuş üzümü) vereyim. Aman beyciğim, gel gel, bööle karpuz ömründe görmemişin.
Adamın adını kimse hatırlamaz, Aman Beyciğim onun sonuna kadar söylenen adıdır. Akşam memurları getiren vapurun yolcusu geçtiğinde salaş sergi açtığı dükkanının arkasında masasının yanına mangal yakar. Yakındaki Vangel’in bostanından getirttiği taze salatalıkları soyar. Karşıdaki bakkal Ahmet’ten aldığı beyaz peynir, kardeşi Hayati vermişse çiroz salata edilir. Bir iki büyük izmarit ateşe konur. Bi ufak rakı açılır. Aman Beyciğim demlenmeye başlar.
Ben daha küçük olduğumdan oraya gündüzleri giderdim. Yakında güzel izmarit tutulurdu. Aman Beyciğim beni çevirir, çardağın altında dükkanın arkasında demlediği çaydan verirdi.
O adamdan öğrendim, zenginlik parayla pulla değilmiş, hep, gönlün zengin ola, derdi.
Yanlışı varsa şimdi meleklerin yanında değil. Daha sıcakça bir yerde. Ne dersiniz?

Ahmet Çakir, 1963 A