BIR TÜRK MEMURU

Kemal Beyi tanıdığımda sekiz yaşımda idim. 1940lı yıllar sonuna doğru ailem Hataya gitmişlerdi. Orada İstanbullu memur az olduğundan hepsiyle ve Kemal Bey ailesiyle tanışmışlar. İstanbulu ziyarete geldiklerinde bana, bak oğlum, bu Kemal amcan, dediler. Baktım çok sakin bir adam, iki tane güzel ablalar var yanında. Kızlarıymış. Adlarını yazmayayım, birinin ismi hala daha gazetelerde bulunur. Damadı 1970li yıllarda İstanbul politikasında çok adı geçen bir kişiydi.

Kemal Amcayı görür görmez ısındım. Halbuki erkeklerden ben hoşlanmam, çünkü o zamanlarda sokaklarda gördüğüm adamlar ya kerli ferli giyinmiş önemli gözüken amcalardı veya paspal gezen hamallar. Özel giyimli adamlar sadece balıkçılardı. Tabii onların neden muşamba pantolon ceket giydiklerini anlamak için fazla zeka gerekmezdi. İşçi kimseleri hiç tanımazdık. Çünkü onlar sabah herkezden önce ilk vapurla İstanbula gider, gece herkezden sonra gelirlerdi.

Kemal Amca çok kibar duruşlu bir beydi. Onu bazen Atatürke benzetirdim. Hanımı da kendine benzer tutumlu bir kadındı. Hani asalet akıyor üstünden dedikleri insanlardan.

Gittiklerinden iki yıl sonra iki aile de İstanbula geri geldiler. Onlar Yeniköy tarafında ev tuttu, bizim aile eski evlerine geçmek üzere Beylerbeyine döndü. Hayat o zaman yavaş geçerdi. İşe vapurla gidilip gelinir, o da bol sohbetli, çaylı kahveli bir gezi gibi olurdu. Onun için kalp krizine kurban gidenler az olurdu. Kemal Bey gibilere öyle hastalıklar hiç yanaşmazdı. Fakat günün birinde adam hiç yoktan hastahanelik oldu.

Olayın arkasındaki olay o yıllarda gazetelerde bazen en büyük manşetle çıkan bir cinayetti. Bir kişi Beyoğluda bir kiliseye girip mal çalmaya uğraşırken onu kilisenin zangocu yakalamış. Hırsız foyası meydana çıkmasın diye adamı galiba çekiçle ya da keserle öldürmüş. Ardından kiliseyi kundaklayıp yangın çıkarmış. Olayın ucu politikaya bile uzandı. Çünkü kilisenin müstahdemini öldürmek ve orada yangın çıkarmak işi Avrupalı devletlerin ilgisini çekti.

Polis harıl harıl katili arıyor. Çekicin sapında parmak izleri var da izlerin sahibi bulunamıyor. Kemal Bey parmak izi masasının şefi olarak büyük baskı altında. Bütün arşivler tekrar tekrar elden geçmiş. Bulunmuyor! En sonunda karar verilmiş, dosya rafa kaldırılacak. Tahkikat rölantiye alınacak. Kemal Bey kararın yürürlüğe gireceği günün öncesi gece yarısına kadar işe yarayabilecek dosyaları gene elden geçirmiş. Iııh!

Eve dönmeye karar verip masasını toplarken gözüne başka bir masada duran dosyalar batmış. Onlar suçsuz oldukları ortaya çıkan kimselerin alınmış parmak izlerinin imhasını bekleyen dosyalar. Adam, yahu ümit yok ama bunlara bir bakayım, demiş. Ve çok geçmeden bulmuş çekicin sapındaki parmak izlerinin sahibini.

Arşimed olsa Evreka diye göbek atardı. Fakat Kemal Beyin rengi atmış. Çünkü o yıllarda cinayet işleyip örtbas etmek için yangın çıkarana sadece bir ceza vardı. Her ne kadar cezayı veren hakim, bir daha aynı cezayı imzalayamasın diye kalemini kırarsa da, cezayı yiyen kendini Sultanahmette bulurdu. Orada şimdi lüks bir otel olan hapishanede son günlerini yaşardı.

Cezayı veren hakim bir daha başına öyle dava çıkmasın diye dua eder, fakat millet infaza köfteler, börekler yapıp şenliğe gibi giderdi. İçerdekilerin bu durumlar hakkında nasıl düşündüklerini Aziz Nesinin Surnamesinden okursunuz. Kendisi çok hapiste yatıp anlattığı insanları şahsen tanımış olduğundan bu roman hakikate çok yakındır. Ama neden Surname demiş romana? Şöyle başlamış anlatmaya: “Bilindiği üzere Surnâme, Osmanlılar çağında, evlenme, düğün-dernek, sünnet gibi sevinçli olaylar dolayısıyla, halkın da katılmasıyla yapılan ve bikaç gün süren zengin şölenleri, renkli törenleri, büyük eğlenceleri, olağanüstü gösterileri, bütün bu şenlikleri betimleyip anlatan kitaplara denilir. Yani Surnâme, kısacası düğün kitabı demektir. Kolayca anlaşılmaktadır ki, bu düğünler, başlık parası veremeyip yavuklusunu kaçırdığı için dama düşenlerin değil, sultanların, şehzadelerin düğünleridir.” Onu yukarıda dediğim şeyler çok etkilediğinden bir insanın sonunun öyküsünü Surname koymuş Nesin.

Parmak izlerini bulunca Kemal Beyin beyninde dolaşan düşünceler bunlar. Suçlu o güne kadar hiç bir sabıkası olmayan bir öğretmen. Kemal Bey dosyaları yerine koyup eve gitse ertesi gün hepsi imha edilecek. Yani bir insanı kurtarmak elinde. Fakat neden bir katil kurtarılsın? Kendim mi hakimim ben? Ne olur yaşadığım rastlantıyı unutsam?

Adam sabaha kadar uyuyamamış. Bir insanı doğrudan darağacına yollamak kolay mı? Ertesi sabah tesbitini resmen bildirdikten az sonra kalp krizi onu aşağı almış.

Doktorlar Kemal Beyi kurtardılar.

Ahmet Çakir, 1963 A