İSTANBULA GİDECEK HANIMLAR NASIL DONANIRDI

İstanbul’a gidecek hanımlar nasıl donanırdı

Bugünkü kimselerin önemsemediği, belki aklına bile getirmediği durumlar vardı eskilerde. Şehrimizin her yerine İstanbul denmezdi. Hangi İstanbul? Beylerbeyinden Kapalıçarşıya gitmek isteyen, İstanbula gidiyorum derdi. Beyoğluna gitmek daha daha önemli işti. İstanbula gitmek isteyen ne yapar? Alır bir otobüs biletini, geçer karşıya. Bugün öyle. Savaş sonrası yıllarda öyle kolay değildi o iş. Sizler biliyorsunuz, eski Karaköy veya Beyoğlu resimlerine bugün bakanlar, ne kadar şık ve zarif insanlar gezermiş oralarda, derler. Bu şıklık nasıl oluyordu? İstanbulda yaşam sürdürenlerin hepsi şık, adamlar hep fötr şapkalı mıydı?

Bugün gidip bir mağazadan alınıp hemen giyilen giysiler o yıllarda yoktu. Veya yok gibiydi, diyelim. İstiklal Caddesine çıkıp bir mağazada orta halli memurun iki aylığını yatırırsan her şey bulunurdu. Cesaretli kimseler Mahmut Paşa yokuşunda da iki haftalık maaşla üstüne bir bluz da alınabilecek bişeyler bulabilirdi. Cesaret işi dememin nedeni, malın kalitesiydi. Dikişi biraz kaçmış, belki bir düğmesi eksik giysiyi alıp onunla Beyoğluna çıkmak herkezin yapacağı iş değildi.

Normal insanlar, bugün pek de normal görülmeyen bir yoldan donanımlarını sağlardı. Anadolu yakasında oturan birçok hanımın da İstanbula gitmek için gerekli giysi için uğradığı yerlerden biri bizim evdi. Oturma odamızda toplam aşağı yukarı bir metre yüksekliğinde yabancı moda dergileri dururdu. Bazen oda elinde bir moda dergisiyle güzelleşme yolunu arayan teyzelerle dolardı. Ne yapmak istediğini çok iyi bilenler ellerinde bir dergi kupürü ile anneme gelirdi. Getirdikleri resimlerin çoğu bir Amerikan artistini gösterirdi. Annem bir resme bakar, bir de getirene. Orada gösterilen giysiye resmi getiren hanımı nasıl sokacağını bulursa, ikinci bölüme geçerdi dramımız. Veya trajedi.

Önce şehre gidip modeli çizdirilirdi. Çoğu zaman bir döpiyes. Sonra kadınla annem başlarını tokuşturup hangi kumaşın alınması gerektiğini kararlaştırırlardı. Bazen ben de beraber gidip kumaşın alınmasına şahit olurdum. Hanımların ikisi de ne alınması gerektiğini bildikleri halde satıcıya top top kumaşları çıkarttırıp her tarafa serdirirlerdi. Mesele kumaşı ellemek. Dokunma duyusu insanın her yaratığa üstün olduğu tek duyudur. Giysinin en önemli yönü de elin değdiğinde güzelce bir haz vermesi. Gerisi de çok önemlidir ama, eskiden yeni giysiyle tanışmak ellemekle başlardı.

Hoşlarına gider gibi olursa, kumaş topuyla beraber kapının önüne çıkar, kumaşı hanımın üstüne drape edip nasıl görüneceğine bakarlardı. Epeyce bir zaman sonra kumaş kesilir, astarı mastarı da alınır ve de biz – vakit kalmışsa – düğmeciye yollanırdık. Nedense aradığımız şeyleri – düğme, iplik, fermuar, kopça, çıtçıt – satanlara tuhafiyeci denirdi. Orada da dükkanın içinde hoşa giden şeyler sokağa çıkartılıp kumaşın üstüne konur ve renk ahengi tesbit edilirdi. Modele kemer gerekirse, kumaşın birazı da kemerciye bırakılırdı.

Her şey hazır olduğunda hanım odanın ortasına dikilir, üstünde fazlası olanları çıkarıp ölçüsü alınır. Sonra endamına uygun bir biçim yapılır. Normalde her ne kadar patron çıkarılır ise de, annem göz hesabı biçki yapardı. Çünkü patronlar Avrupa dergilerinden çıkarılırsa bizim insanlarımıza pek uymazdı. Nedeni de İstanbul halkının kökeni. Sadece dedemin oturduğu bir kilometre tutmayan sokakta Boşnaktan Mısırlıya, Araptan Beyaz Rusa kadar on beş yirmi millet otururdu. Kendine Türk diyenlerin de şeceresine bakılsa soyunda Birleşmiş Milletlerdeki uluslar sayısı kadar olmasa bile pek daha az millet çıkmazdı. Onun için patron, kalıp falan çıkarma fabrikada gerekse bile anneme yaramazdı. Bizim insanlarımız tekdir, yani kendine benzeyen ikincisi olmaz. Biraz da hamur işlerine merak sararsa, on beş gün sonra kendinin eski haline bile benzemez. Yani bir provadan ötekine kadar endam çok değişebilir.

Biçki yapıldıktan sonra bana iş çıkardı, kumaş artıklarını bir santim genişlikte kesip birbirine tutturmak. Onlar yumak yumak sarılıp, pala yaygı işleme makinasının yanına yığılırdı. Ben onları dikerken bir gözle de ilk prova yapılan teyzelere bakardım. Çünkü o prova iç çamaşırıyla yapılırdı. Ufak tefek bir velet için ilk biyoloji dersi. Veya seksoloji. Bu pala yaygıları şimdi pek bilen olmaz. Son gördüğüm yeni pala Norveçde bir akrabamızın köyünde yayılmıştı. Kendileri hala daha dokur. Torunum da onlardan öğrenip yapacak.

İkinci provada yeni dertler ortaya çıkar. Çünkü o, benim bir kilocuk fazlam var, bu bitene kadar atarım, diyen hanımlar ikinci provada birkaç kilocuk daha almış olabilirlerdi. Prova yapılırken karnını içeri çekip sonra bırakınca, teyeller atar, yeniden işaret konup düzeltilirdi. Bu da bana psikoloji dersi. Üçüncü provadan sonra bakınca, ay o kadın nerede kaldı, diye düşünürdüm. Ve de hanım yeni giysisini kuşanıp evden çıkarken geldiği zamanki halini görmüş komşu manavın ağzı o kadar açık kalırdı ki, yanındakiler, abi üşüteceksin, derdi. Kapa çeneni.

İşte böyle, iki dirhem bir çekirdek olup İstanbula gidilirdi. O yıllarda sinemalarda bile doğru dürüst giyinmemiş olanlar bileti olsa bile içeri alınmazdı. Paspal giysilerle Beyoğluna çıkan kendini çıplak sanırdı.

Endamsız hanımlara bile endam yapan annemin başına bir gün bir büyük felaket geldi. Ötekilere hiç benzemeyen bir kadın kapıyı çaldı. Onu gören sokaktakiler fısıl fısıl bişeyler söylüyor. Annem pencereden bakmış, sokakta bir sürü kimse bizim kapıya bakıyor. Meğer gelen hanım Yeşilçamın ünlülerinden biriymiş. Elinde bir Hollywood güzelinin resmi. Bana bunu dikeceksiniz, diyor. Annem resmi pek incelemeden, olur dedi. Kadın gidince bir baktı, ayyy, bu dava dikilmez. Aşağıdan giymeye kalksan elbise popo hizasını geçemez (o yıllarda Twiggy daha ortaya çıkmamıştı), yukarıdan giysen göbek altına inemez. Annem kıvranıyor, bu şeyde ne dikiş var, ne pot, ne de fermuar. Vallahi giyilmez. Ama o kadın bunun içine nasıl girmiş?

Zavallı annem iki üç hafta kıvrandıktan sonra bilmece çözüldü. Hollywoodlu hatunlar elbiseyi giymezmiş. Kumaş biçilip az dikilir, gerisi üstünde tamamlanırmış. Çıkarmak istenirse jilet veya makasla kurtarma operasyonu başlarmış. İnanmayan Marilyn Monroe’nun “Happy Birthday, Mr. President” şarkısını söylediği videoya baksın. “İ wanna be loved by you” da olur.

Yıllar geçti. Çok yıllar geçti. Günün birinde bir arkadaş öğle üstü iki opera bileti getirdi, kendisi o gün gidemezmiş. Eşim bana, sen yalnız git, benim giyecek bişeyim yok, dedi. Var, var, dedim. Dekorasyon yapmak için almış olduğumuz kumaşlardan o biçim bir rop biçip üstünde diktim. Hokka gibi oturdu. Belki hanımı Oscar törenine almazlardı ama operaya aldılar. Madam Butterly. Sanırım bir elbiseyi tek kere giymek lüksüne varan başka kadın yoktu o akşam

Ahmet Çakir, 1963 A