BALIKLI GÜNLER

İstanbul’da balık bolluğu

Istanbul Boğazı hem insanlık tarihinde hem de doğa tarihinde çok önemli bir yerdir. Doğa tarihine bakılırsa bu yerin 9000 yıl veya fazlasında büyük tufan felaketinin olduğu bölge olması çok mümkündür. Tufan olayı 10.000 yıl kadar önce dünyanın birçok yerinde yaşanmış olabilir, çünkü o yıllarda buzullar çözülüp dünya denizleri 100 metre kadar yukarıya çıkmıştı. Tarihçilerin buluşuna göre İncilde yazan tufan olayı burada olmuş ve Akdeniz taşarak o zaman göl olan Karadenizi doldurmuştur.

Bunun sonucu Karadeniz ölmüş, balıkları ve bitkileri çürüyüp asitli su oluşturmuş. Nehirlerden gelen tatlı sular o suyun üstüne geçiyor ve 200 metre kadar bir tabaka oluşuyor. Bunun nedeni de Boğaziçinin derinliğinin az olması. Karadeniz suyu tatlı suya yakın olmasından ötesinde derininde hayat olmayan ölü bir denizdir. Üstteki tatlıca suyun altında Marmaradan akan tuzlu su vardır.

Karşıtı Akdeniz de binlerce yıldan beri içinde besin maddesi az olduğundan plankton fazla yetişmeyen denizdir. Suyu da nehirlerden gelen suları buharlaşma kaybını önlemeye yetmediğinden çok tuzludur. Akdenizin o güzelim berrak sularının rengi böylece oluşur. Ona ak, kuzeydeki denize kara denmesinin nedeni tuz ve planktondur.

Zamanla balıklar bu iki çevreyi birbirine bağlamayı öğrenip göç etmeye başlamışlar. Bu resmin alındığı 1960lı yıllara kadar deniz temiz ve avcılar olta veya ufak ağlarla çalıştığı için balık göçü müthiş bir görünüşte olurdu. Yaz sonu önce istavrit, sonra uskumru ve çingene palamudu, ve sonra büyüyerek torik, zindandelen ve orkinosa kadar balıklar suyu karartan büyüklükte sürülerle geçerdi.

Onlarla beraber lüferlerin ailesi, defne yaprağından kofanaya kadar, ve yunuslar Boğazı kaplardı. Güz ayları soğuk olursa çabuk Marmaraya geçerlerdi. Sıcakça olduğunda uzun zaman Boğazda kalıp Halici de doldururlardı. O günlerde sandallar kaptığı yerden hiç oynamaz, balık yemle falan değil çarpma denen üç iğneli zokayla tutulurdu. Bazen başından, bazen de kıçından. Teknelere maltız konup balıklar üstünde kızartılır, yanına rakı makı bişeyler konup keyf edilirdi. Fazla balıkları gümüşçü denen motorlar gelip alırdı. İsimlerinin nedeni gümüş denen beş liralıktı.

Lüfer çok akıllı olduğundan bilhassa gece tutulurdu. O zaman yemin yalancı olduğunu iyi fark edemezmiş. Fakat yakamoz oltayı gösterdiği için lamba yakılırdı. O geceler Boğaziçi yer yer parıldardı.

Güz ayları uzun zaman sıcak kalıp hava birden lodosa dönerse orkoz denen şey olur, suların altı üstüne gelir. Bu hava balıkları aptal eder. Torik kadar hayvan elle bile yakalanır. Sonunda çoğu ölür. Bu resimdeki kadar bereketli yıllarda milyonlarca balık ölürdü.

Karadenizden gelen balık, çok planktonlu az tuzlu su olduğundan çok yağlı ve tatlı olur. Sardalyaları balıkçılar, adama saldırıyor, mangalı deviriyor, diyerek satarlardı. Akdenizden dönen balık pek sevilmezdi. Çanakkale balığı deyip burun kıvrılırdı. Uskumrular, kolyozlar çiroz yapılırdı. Bugün her yerde olan çupranın sadece adı vardı. Somon balığının ne adı ne de suratı tanınırdı.

İstanbulun en makbul balıklarından lüfer sadece Karadenizden gelirken ve Amerikanın doğusunda lezzetli olur. Dünyanın her yerinde kendi vardır da namı yoktur. Sıcak denizlerde red snapper veya orfoz balığı daha makbuldur. Soğuk denizlerde de somon.

Bu resim çekildiği gün ben oradaydım. Geçende bir arkadaş akrabasının (Salih Reis) bu balıkları getirip iskele meydanına döktüğünü anlattı. Balığın kovası o gün bir somun ekmek fiyatına satıldı.

 

 

Ahmet Çakir, 1963 A